Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

8 Kasım 2017 Çarşamba

yayın başlığı

içimden gelen yazma isteğini bir anda körelten şeylerden birisi de posta isim bulmak. yazıyor ki "yayın başlığı" ben de diyorum ki yayasınız bu başlığı... bu sefer içerik düşünmedim. zira gecenin köründe çalışmak zorunda kalıp bir taraftan da bilgisayarın yavaşlığı bana artı zaman verdi sanki. ben de deyiverdim hemen tiz yayın başlığı!

yayın iki tatlı bacı iki tatlı cadının masalları yayılsın dilden dile. bu blog onların hikayesinin eseri zira. iki tatlı cadı uykularının en tatlı yerinde mışıl mışıl uyuyadursunlar anneleri ile babaları onların hikayelerini yazma derdine düşsünler. herkes kendi hikayesini kendisi yazıyor elbet bu dünyada. fakat esas hikaye yazımı ebeveynler tarafından başlıyor kuşkusuz. bu durum bizim neslin ebeveyn olduğu dönemde kıvamını buldu demek yanlış olmaz zannedersem. çünkü bizler çocukken geleceğimize dair pek çok şeyin bizim elimizde olduğu, derslerimize yeterince çalışır öğretmenimizi yeterince dinlersek geleceğimizi kuracağımız öğütleri ile büyüdük. fakat bizlerin ebeveyn olduğu günümüz dünyasında çocuklarımızın hikayelerini bizler yazmaya başladık. doğum öncesinden başlamak üzere onlara sakin ve güvenli bir gelecek kurmak adına çaba sarfediyoruz. organik gıdalardan organik kıyafetlere değin organik bir hayatı örmeye çalışıyoruz. kreş eğitiminden sosyal etkinliklere, hobi faaliyetlerine değin pek çok şeyi belirlemek bu yolda sabırlı bir seyir izlemek de bize düşüyor. zira üç dört yaşında minnacık çocukların eğilimlerini ve yeteneklerini belirlemek o yaş açısından pek de mümkün olmasa gerek olağanüstü durumlar haricinde. sonra da bu zulüm ile cebelleşip duruyoruz şehir hayatında. belki çocuklara yetemiyor oluşumuz, belki yaşıtlarından geri kalmama kaygısı belki geçmişteki yoksunluklarımız bizi bunlara itiyor. belki bizden sonraki kuşak bu konularda bu denli hırslı olmayacak. belki biraz temiz hava biraz fazla oyun en gerekli şey onlar için. kabul ediyorum ben de giriyorum bu psikozlara, ben de düşüyorum kaygılara. ama gecenin şu saatinde  anladım ki onlarla geçirilecek sevgi dolu zaman hikayelerinin en temel mayası. geri kalanlar ise aromalar. aromaları birlikte belirleyerek bir serüvene girmek en tatlısı ve mantıklısı olsa gerek....

gecenin köründen sevgiler...

5 Kasım 2017 Pazar

sabahın seherinde

sabahın mı gecenin mi görü olduğunu bilmediğim bir vakitteyim. bir taraftan çalışmam gerekiyor diğer yandan uykunun tatlı tebessümü... tabi ki çalışmayı seçeceğim o kesin. madem öyle bir yandan da yazayım istedim.

yeni sezona giriş yaptık. okullu okuluna, işli işine döndü, domates konserveleri balkondaki dolapta yerini aldı. elbette turşu kavanozları da hemen altında diziliverdi. zeyno biraz daha büyüdü, bejna biraz daha. herşey bazan biraz yenilenmiş bazan eski tadında. başka tadlar bozulmasın da. fakat yine de şehir hayatının hızlı akışı herşeyi tadıyla yaşatmıyor. hep bir yetişme telaşı. bizi bu telaş öldürecek dediği gibi şairin. öldürmesin tabi ama ah bu telaş, hayatımızı bize yaşatmıyor vallahi. şehir hayatının trafiği, uzak mesafeleri, yüzgülmez insanların tahammülsüzlüğü ile geçip gidiyor hayat.



oysa yaz tatili öyle miydi? biraz anlatsam da için ısınsa... yine bir yaz tatil gelip çattı. fakat biz hala evdeyiz. gitsek mi gitmesek mi moduna bile girdiğimiz oldu; iki çocukla yaşanacakların ürküntüsü içinde. sonra bir sabah ansızın bastık gaza, dooooğğğru çanakkale'ye. her zaman cebinde harikulade planları, a,b,c,d,e planları olan faruk son dakikada hoş bir sürpriz yapmıştı bize. biz tatillerde hep son dakika insanı olsak da faruk sayesinde illaki istediğimiz bir tatil modunu buluyoruz. erken rezervasyon da neymiş? biz heeeep son dakika da hadi şuraya gidelim deyip sonrasını da akışına bırakıyoruz. böylece tatil bize hep sürprizler yaşatıyor. çanakkale eceabat'ta kum otel adında bir yere gittik. burası aslında camping alanı. faruk'un da burayı gözüne kestirme sebebi bahar ayında karavana merak salmamız oldu. bu yaz tatili için bu fikirden vazgeçsek de bir gün yapmayı kafaya koyduğumuz için camping alanlarını da bellemiştik. ve iyiki de bellemişiz. her ne kadar odalar mütevazı olsa da bence çocuklu aileler için birebir. çok kompak bir yapısı olan otelde lokanta, kafeterya, çocuk parkı odalar çok yakın mesafelerde. kumsalı da öyle. harika bir deniz ve kumsalı var. bejna ile zeyno kumda oynamalara doyamadılar. çanakkale'nin diğer yerlere göre serin olan havası da cabası. fakat burda deniz suyu sanılanın aksine çok daha ılıktı ve bızdıklar sudan çıkmak bilmedi. evet otelin yemekleri daha iyi olabilirdi yahut alakart seçenekleri daha çok olabilirdi filan diye aramızda konuştuk. ama inanın denizin güzelliği, plajın rahatlığı, otelin konumlanışı o kadar iyiydi ki diğer şeyler sadece basit birer ayrıntıdan ibaret kaldı. sadece zeyno'nun süt alerjisinden ötürü belki biraz zorlandık ama biz bunu her otel ortamında daha doğrusu dışarı çıktığımız her yerde yaşadığımız için geliştirdiğimiz önlemler sayesinde bunun da üstesinden geldik. sabahları erkenden kalkıp kahvaltıya geçtik. zeyno ile ben sadece ekmek, yumurta, zeytin, domates, biber bazan simit yemek suretiyle karnımızı doyurup ardından kaplumbağalara ekmek atmaya gidiyorduk. bejna ekmekleri atarken zeyno da gördüğü ördeklere "dak dak dak" diye bağırıp gülüyordu. sonra biraz turlayıp ardından kumsala gidiyorduk. akşama değin deniz-kum-güneşin tadını çıkarıyorduk. plaj oldukça geniş olduğu için asla kalabalık değildi ve bu anlamda da çoook rahat ettik. akşamları ise yemek ve ardından kafeteryada çay, bira, çekirdek. tam 80'li yılların aile çay bahçesi modu:) sanki başka mod olsa biz ne yapabileceksek 2 çocukla. bence çocukla girilebilecek en anlamlı mod budur. zeyno pusetinde uyurken bejna parkta oynarken biz de laflıyorduk. gündüz ise tarihi yarım adayı gezdik, çok hakkını veremedik elbette çocuklarla ama savaşın izleri hala hissediliyordu. seddülbahir'de sed cafe diye bir yerde oturup dehşet güzel manzarayı izlerken birşeyler atıştırdık. gerçekten çanakkale çok etkileyici bir yer.



sonra ne yapsak ne etsek derken ah datça caanım datça diyerekten palamutbükü'nün yolunu tuttuk. gündüzleri denizin tadını çıkarıp akşamları hayıtbükü'nde "ortam"lara aktık :) hele bir gün maaile süslendik püslendik yollara düştük. ardından yolda zeyno kustu ve her ikimiz de acayip tatlı olduk :))) artık ona yedek kıyafet vs giydirdim ıslak mendillerle de kendi kıyafetlerimi temizledim de kimseye çaktırmadan "ortam"larda bulunduk. eee, ne demişler çocuklu hayat! her türlü sürprizlere açık olmak lazım.


sonra daaaaa ver elini akyaka. bu kez farklı bir evde kaldık. gökova manzaralı bir dağ eviydi. geçekten yalçın kayalıkların yamacında nefes kesici bir manzaraya eşlik ettik. tek sorunumuz arılardı ki gelmeye yakın faruk'u soktu arılar. ama manzarası, dağ havası muhteşemdi. burda ise günler havuz, müzik, akşamları yaktığımız ateşle renklendi. zeyno gün içinde su ile her türlü oyunu oynadı, kah kovayla üzerine döküp gezdi, kah havuzda oynadı. bejna ise dalmalar çıkmalar derken tam bir su kuşu oldu. akşamları ise faruk ile bejna odun toplamaya gidiyorlar, faruk ateş yakıyordu. günler böyle geçip giderken masal bu ya tatil bitmiş, duranlar evlerine dönmüşler idi. ama o da ne onları hala dürten bişiler vardı. onlar da ne yapsınlar, bari mersin'e gitsinlerdi. mersin'e gidip son bir denizin tadına daha baktıktan sonra evli evine köylü köyüne döndü. ertesi gün zaten çok hızlı bir giriş yaptık zira okullar açılıyordu. neymiş her güzel şeyin bir sonu oluyormuş. biz de ağustos böceği kıyafetimizi çıkarıp karınca giysimizle şehrin sokaklarına daldık; ne yapalım!